top of page

Varoluşun Felsefi Haritası

İnsan Olmak Ne Demektir? Heidegger, Sartre, Camus ve Merleau-Ponty’nin İzinde

İnsan, kendini dünyada bulur: Ne neden burada olduğunu bilerek, ne de hazır bir anlamla doğar. Bu temel belirsizlik, modern varoluş felsefesinin çıkış noktasıdır. Bu felsefe, insanı tanımlamak için ne soyut akla ne de ilahi bir plana başvurur; onun yerine, insanın bizzat kendi deneyimine, yaşarken verdiği tepkilere ve kendiyle yüzleşmesine bakar. Varoluşçuluk olarak anılan bu yaklaşım, 20. yüzyıl boyunca birçok düşünür tarafından farklı açılardan işlense de ortak bir öz taşıdı: İnsan, kendi varoluşunun sorumluluğunu taşımak zorundadır.

Martin Heidegger, Varlık ve Zaman (1927) adlı eserinde, insanın dünyaya “atılmış” bir varlık olduğunu söyler. İnsan, varlık hakkında düşünebilen ve onu sorgulayabilen tek varlıktır. Heidegger'in “Dasein” kavramı, insanın varoluşunu, gündelik ilişkileri içinde ama aynı zamanda kendi ölümlülüğünün farkında olarak yaşaması anlamına gelir. Ona göre otantik yaşamak, başkalarının beklentileriyle değil, ölümle yüzleşerek kendi varoluşunu sahiplenmekle mümkündür (Heidegger, 1927/1962).

Bu düşünceler, Jean-Paul Sartre’ın meşhur ifadesiyle pekişir: “Varoluş özden önce gelir.” (Varlık ve Hiçlik, 1943). Sartre’a göre insan, önce dünyaya gelir, sonra ne olacağına karar verir. Bu durum ona sonsuz bir özgürlük sunar; ancak aynı zamanda büyük bir sorumluluk yükler. Sartre, bu özgürlüğün kaçınılmaz olduğunu söyler: “İnsan, özgürlüğe mahkûmdur.” Her seçim, sadece kişisel değil, insanlık için de bir değer ifadesidir. Otantik yaşamak, bu sorumluluğu kabul etmek ve kendini kandırmadan (mauvaise foi) kendi varoluşunu dürüstçe inşa etmektir (Sartre, 1943/2003).

Fakat insan sadece özgür değil, aynı zamanda evrenin sessizliğiyle yüz yüzedir. Albert Camus, Sisifos Söyleni (1942) adlı eserinde bu durumu “absürd” kavramıyla açıklar. İnsan anlam arayan bir varlıktır; ancak evren, bu arayışa cevap vermez. Bu çelişki absürdü doğurur. Camus’nün çözümü, bu absürde rağmen yaşamı reddetmek değil, onu kabul etmek ve “başkaldırmak”tır. Camus, Sisifos’un hiç bitmeyecek işini trajik değil, onurlu bulur: “Onu mutlu hayal etmek gerekir.” (Camus, 1942/1991).

Tüm bu varoluşsal yüzleşmeler yalnızca zihinsel düzlemde kalmaz; bedenin dünyadaki konumunu da hesaba katmak gerekir. Maurice Merleau-Ponty, Algının Fenomenolojisi (1945) adlı eserinde, insanın yalnızca düşünen bir varlık değil, dünyayla etkileşim kuran bedensel bir bilinç olduğunu savunur. Dünya ile ilişkiyi bedenimiz aracılığıyla kurarız; beden, dünyaya yerleşme biçimimizdir. Anlam, soyut düşünceden değil, bedensel deneyimden doğar. “Ben dünyaya bilinçli bir özne olarak değil, yaşayan bir beden olarak açılırım.” (Merleau-Ponty, 1945/2012).

Sonuç olarak, insan ne tam anlamıyla kendine kapalı bir özne, ne de sadece dışsal koşulların ürünü olan bir nesnedir. O, anlam yaratma ile belirsizlikle baş etme arasında salınan bir varlıktır. İnsan olmak, evrenin sessizliğine rağmen anlam yaratmaya çalışmak; özgürlüğün ağırlığını taşımak; bedenin ve zamanın içinde var olmak demektir.

 

Varoluşçuluk bir sistem değil, bir çağrıdır:


"Kendinle yüzleş. Seçimlerini sahiplen. Ölüm bilincini hayatla barıştır. Dünyaya, kendi ellerinle anlam ver."

​​

© Copyright 2023 by Pinna. All Right Reserved.

  • Instagram
  • Facebook
  • LinkedIn
  • Spotify
bottom of page