Göç üzerine yazmak klavyenin başına oturmaktan epey önce aklıma düşen ancak çok katmanlı oluşuyla yazarsam bir şekilde eksik kalacak gibi hissettiren ve bu yüzden yazma isteğimi durdurduğum bir konuydu. Sonra göç ve eksikliğin zaten bir arada olduğunu fark ettim, ben kimim ki eksiksiz bir göç tanımlayacağım.
En yalın haliyle göç etmek hareket etmek demek. Bir bitkinin saksısını değiştirirken bile eski toprağından bir miktar konulması ve köklerine zarar vermekten kaçınılması önerilir. Bitki bizim sayemizde sağladığı bu devinimle yeni toprağının minerallerinden beslenirken, bu esnada eski toprağı dengesinin şaşmamasına yardımcı olur ve pek tabii korunan kökleri bu alışverişi onun için kolaylaştırır. Ne kadar da ideal bir göç tanımı değil mi? İşler biz insanların yer değiştirmesine geldiğinde daha çetrefilli oluyor. Kimimiz zaten bir kökümüz varmış gibi hissetmediğimizden, gittiğimiz yerde de köklenemiyoruz. Kimimiz ise eski toprağımızdan yanımıza almayı unutup yeni toprağımızın zenginliğinden faydalanamıyoruz. Üstelik bu iki koşulu sağlasak bile her göçün kendine özgü hikayesi olduğundan yeşillenip yeşillenmeyeceğimiz, ne kadar zamanda büyüyeceğimiz bir soru işareti olarak kalıyor. Öte yandan bu biricik hikayeler bizi ortak bir gövdeye götürüyor, bütün göçlerin kayıpları ve kazançları olduğu meselesine.

Uzaklara Gidelim (2009) filmi aynı anda hem bir varış hem de varamayış hikayesi olarak bize bu konuda bir şeyler söylüyor gibi. 33 yaşındaki Burt ve Verona birkaç ay sonra dünyaya gelecek olan bebeklerinin bakımına Burt’ün ebeveynlerinin destek olmayacağını öğreniyor. Onlar için hayatın bilmedikleri bu evresi başladığında tanıdıkları birileriyle bağlantıda hissetmek ve yalnız olmamak için başka bir şehre taşınma kararı alıyorlar. O şehrin neresi olduğunu bilmeseler de arkadaşları ve kardeşlerinin olduğu şehirleri sırayla deniyorlar. Yola çıkarken Verona artık tamamen özgür olduklarını, bu taşınma fırsatının rüyalarının senaryosu olduğunu söylüyor. Bugün yurt dışında yaşamayı hayal eden birçok kişi Verona’yla benzer bir cümleyi söyleyebilmeyi diliyor belki. Çünkü gitmek demek elimizdeki mevcudu kontrol edebilmek demek biraz da ve şimdilerin hızlı akan dünyasında epey muhtaç olduğumuz bir duygu bu. Verona kardeşinin yanına, Tucson’a gittiğinde, her şeyde geç kaldıkları gibi bebek için de geç kaldıkları hissinde olduğundan bahsediyor. Hamileliğin getirdiği bedensel değişimlerle kendini beğenmeyen Verona hem bedeninde hem ruhsallığında kaybettiği kontrolü yolda olma haliyle geri kazanıyor gibi duruyor. Buna paralel olarak, ebeveynleri hayatta olmayan Verona’nın şu anda medikal illüstrasyonlar yapan bir sanatçı olması bana çizimleriyle bedenin geçiciliğini zamansız kıldığını yani kayıplara karşı kontrolün onun için önemli olduğunu düşündürüyor. Burt’ün mesleğinin sigortacı olması da kendi ihtiyaçlarıyla oldukça meşgul ebeveynleri göz önünde bulundurulduğunda oldukça anlamlı görünüyor. Çift film boyunca arkadaşlarının ve kardeşlerinin yaşamlarına dahil oldukça, onlarla birlikte, hayatın kontrol edilemezliğinin şehir tanımadığını görüyoruz. Burt ve Verona üniversiteden arkadaşları Tom and Munch’ın evlat edindikleri çocuklarla Montreal’de kurdukları evi gördüklerinde böyle kalabalık bir ailede yaşamanın ne kadar harika olduğunu düşünüyorlar. Ancak Tom and Munch ile zaman geçirdikçe aslında arkadaşlarının bir türlü bebek sahibi olamamanın acısını yaşadıklarına şahit oluyorlar. Ardından, karısı tarafından terk edilerek çocuğuyla bir başına kalan Courtney’e (Burt’ün kardeşi) destek olmak için Miami’ye gidiyorlar ve burada da bir annenin çocuğunu nasıl geride bıraktığına anlam veremiyorlar.
Bu dağılmış yaşamların arasında Verona Burt ile babasıyla ilgili bir hatırasını paylaşıyor. Bu anıda Verona çocukken babası bir portakal ağacı dikiyor ve her gün ağacın büyüyüp büyümediğini kontrol ediyor ancak ağaç bir türlü meyve vermiyor. Bunun üzerine Verona’nın annesi kızlarından ağaca marketten aldığı portakal, ananas, üzüm ve kavunları asmalarını istiyor. Verona’nın babası bantlarla ve iplerle meyveler tutturulmuş ağacı gördüğünde buna gülerek karşılık veriyor. Bu vakitten sonra o ağaç, üzerine bazen plastik meyveler astıkları bir ağaç oluyor. Yani bekleneni vermeyen ağaçla yeniden, başka bir şekilde ilişkileniyorlar. Göç etmenin de benzer şekilde esnek olabilmeyi gerektiren bir arka bahçesi var. Göç etmek kontrol etmeyi ne kadar içeriyorsa bir o kadar da belirsizlikle içkin bir deneyim. Filmde yeni hayatları için en doğru yeri arayan Verona ve sevgilisinin daha önce hiç düşünmedikleri bir yerde, Verona’nın ailesiyle büyüdüğü evde sonlanıyor arayışları. Verona’nın bu eve dönerken hem tanıdık gelmesini hem de yenilenmiş gibi hissetmek istediğini duyuyoruz. Tıpkı eski toprağından bir parça taşıyan ve yeni toprağıyla büyümek isteyen bir bitki gibi. Yönetmen Verona’nın bu eski evle, farklı bir formda, nasıl yeniden ilişki kurduğunu bizim hayalimize bırakıyor. Ben de göç edenlerin ve etmeyi planlayanların bunu hayal edebilmesini önemli buluyorum. Çünkü her göç yepyeni bağlar kurma ihtimalini taşıdığı gibi bazı bağların kaybını ve bazı bağların da yeniden başka şekillerde kurulmasını getiriyor. Bu değişen, dönüşen ilişkilerden kendimizle ilişkimiz muaf olmadığında ve kendimize nasıl köklendiğimizi, yabancı hissetme halimizin aslında bildiğimiz bir oluş halini temsil edip etmediği, içimizdeki sınırların ya da sınır koyamayışların uçak mesafelerine dönüşüp dönüşmediği gibi soruları sormaya devam ettiğimizde göç deneyimimiz farklılaşabilir.
https://www.gevezeyeri.com/ guzel yazı